30 Ocak 2021 Cumartesi

USURA


USURA İLE
yün gelmez çarşıya
koyun kazanç getirmez usura ile
Usura bir ölettir, usura
körletir kızın elindeki iğneyi

Ezra Pound


 

Eski çağdan beri güçlenen birçok devlet hâkimiyet alanlarını genişletmeye çalışmış ve bu alanlar dışında kalan sahalara kendi unsurlarını yerleştirmişlerdir. Ancak sömürgeciler ile sömürge öncesi devletleri birbirinden ayırmak gerekir. Sömürgecilik öncesi imparatorluklar (Roma, Osmanlı) fetih politikası üstünden örgütlenmişlerdir. Bu devletler savaş ganimetini alır, bölgeye bir yönetici atar ve bu yönetici üzerinden düzenli vergi toplardı. Emanet sistemi ya da iltizam sistemi ile oraya vergi toplaması için bir yönetici atanırdı.  Ayrıca fethedilen topraklardaki insanların dinine, diline, kültürüne müdahale edilmezdi. Osmanlı nüfusundan belli bir kesim de güvenlik gerekçeleriyle yeni fethedilen bölgelere yerleştirilirdi.

Coğrafi keşiflerle birlikte başlayan Avrupa yayılmacılığı ise tamamen farklı bir karakterde seyreder. Coğrafi keşifler; Haçlı Seferleri ile temasa geçilen Doğu’nun zenginliklerine ulaşmak için Batılıların Akdeniz Havzasını ve kara ticaret yollarını kontrol eden Osmanlı engelini aşma isteği, Vikinglerden öğrenilen denizcilik, pusulanın kıtaya girişi ve perspektif sayesinde de haritacılığın gelişme kaydetmesiyle başlamıştır. Batı ele geçirdiği deniz aşırı bölgelerde koloniler kurmuştur. Kolonilere Batılı nüfusun yerleştirilmesinin yanı sıra bu bölgelerin yerlisi insanları ya soykırıma varan katliamlara ya da derin bir asimilasyona maruz bırakmışlardır.

Jomo Kenyata’nın, ‘Afrika’ya geldiklerinde bizim topraklarımız onların İncilleri vardı. Dua edelim dediler. Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda, bizim incilimiz, onların toprakları vardı’ veciz ifadesinde belirtildiği gibi Batılılar işgal ettikleri toprakların, insan dâhil tüm doğal kaynaklarını gasp etmişlerdir. Bununla yetinmeyip kendi hastalıklarını kolonilere taşımışlardır.

16. yüzyıla gelindiğinde kapitalizme geçiş aşaması olan, ilksel birikim ortaya çıkmıştır. İlksel birikim geniş halk kitlelerinin zor yoluyla mülksüzleştirilmesidir. Feodal düzen savaş ve salgınlarla yıkılmaya yüz tutmuş, köylüler kentlere sürülmüştür. Batı Avrupa merkezlerinde makinelerin boy göstermeye başladığı bu yüzyılda, dokuma endüstrisinin gelişimiyle paralel olarak tarımsal alanlar otlaklara dönüşmüş, kentlerin insan akınına uğramış dolayısıyla çalışma kültürü ve yaşam standartları kökten değişmiştir. More’un deyimiyle ‘koyunların insanları yediği ülke’ İngiltere; yoksulluk, veba, dinsel çatışmalarla toplumsal fay hatlarının kırıldığı bir deprem üssüne de dönüşmüştür. Diğer taraftan tüccarlar da kentlerde yaşamaya başlamıştır. Böylece sanayi kapitalizmine geçiş için artık kentlerde işgücü ve sermaye buluşmuştur.

Kentlerin çehresi değişirken (başka bir açıdan kentler oluşurken de diyebiliriz) denizlerde de ticari faaliyetler yükselişe geçmiştir. Denizcilik ve sömürgelerden elde edilen kaynaklar Avrupa’da güçlü bir ticari sermayenin gelişmesine yol açmıştır. Bu artışa paralel olarak korsanlık faaliyetleri yayılmıştır. Tüccarları, korsanlara karşı koruyacak büyük krallıklara ve güçlü donanmalarına duyulan gerekesinim de ulus devletlerin kurulmasına ön ayak olmuştur.

Ulus devleti sahneye çıkaran ekonomik birikim modelinin adı merkantilizmdir. Merkantilist yaklaşımda mal taşımacılığının anavatan bayrağıyla yapılmasına, ucuz hammadde temini ve mamul malların ihracına odaklanılır. Anavatan pazarı yüksek gümrük duvarlarıyla korunur, kritik güzergahlar ele geçirilerek diğer devletlere göre avantaj sağlanmaya çalışılır. Merkantalizm, farklı isimler altında (Kolbertizm, Kameralizm, Bulyonizm) Avrupa’nın farklı bölgelerinde 16. Yüzyıldan itibaren örgütlenmiştir. İngiltere’de görüldüğü biçimde hammadde ithalatının engellendiği mamul mal ihracatının teşvik edildiği korumacı bir anlayıştır. İspanya’da Bulyonizm değerli maden stokunu artırmayı, Fransa’da Kolbertizm –ayrıca- sanayinin gelişmesini, Almanya’da Kameralizm hazineyi güçlendirmeye dair akademik inceleme ve uygulamaları geliştirmeyi hedeflemekteydi.

16. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan siyasal ve ekonomik liberalleşme ile zenginliğin kaynağı iş bölümü, uzmanlaşma ve ticaret olarak görülmeye başlanmıştır. 19. Yüzyıl artık Batı’da ticaret burjuvazisinin hâkimiyetinin tescillendiği dönemdir. Bu dönem sömürgeciliğe ideolojik bir gerekçe bulma girişimlerine de sahne olmuştur. Batı gelişmişliğine dayanarak sömürülen ülkelerdeki insanların alt tabakadan olduğunu iddia etmiş ve yerlileri medenileştirmeyi ulvi bir vazife olarak görmektedir. Avrupa devletlerinin uzun asırlar süren sömürge yarışı, nihayetinde Birinci Dünya Savaşı’nı (bazı düşünürlere göre büyük paylaşım savaşı) doğurmuştur.

16.- 19. yüzyıllar arasında eski ekonomik ve siyasi aktörlerin yanı sıra iktidar ilişkileri de değişmiştir. Ticaret burjuvazisinin belirleyici konumu güçlenmiş ve 19. yüzyılın başında standardizasyon süreci tamamlanmıştır. Sadece mal ve hizmetlerin üretimini değil yönetim sürecinin kendisini de standartlaştırmıştır. Sanayi dönemi ve makineleşme ile üretim, yasalar ve bürokrasiyle de iktidar standartlaştırılmıştır. Tanrısal iktidarlar devrilince yerini yasalar ve görünmez el ile işleri düzene koyan büyük akıl ‘piyasa’ almıştır. 20. yy ilk çeyreğiyle birlikte piyasa adlı bu yeni ilahı doyurmak için bir sunu seremonisi denebilecek yığın üretimi 1929 Ekonomik Buhranına kapı açmıştır. Buhran ise refah devletleri ile faşizm arasında kalan bir dünyayı doğurmuş, dolayısıyla ikinci bir dünya savaşı meydana gelmiştir.   

İkinci Dünya Savaşı sonucunda uluslararası hiyerarşinin yapısı değişmiştir. Dünya, üçlü sacayağı üzerine oturmaktadır. Birinci ayağa Amerika Birleşik Devletleri yerleşir. ABD, bir yandan savaş boyunca biriktirdiği gıda stokunu tüketmek diğer yandan da üretim fazlasını eritmek gereksinimi duymaktadır. İkinci ayakta Avrupa vardır. Bütün Avrupa yerle bir olmuştur. Açlık sorununu çözmek ardından imar faaliyetine girmek zorundadır.

Üçüncü ayakta ise savaş sonrası bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan eski sömürge ülkeler bulunmaktadır. Modern çağda Avrupalıların başlattığı sömürgeleştirme faaliyetlerini haklı gösterme düşüncesi 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar devam etmiştir. Savaşın bitmesiyle sömürgecilik karşıtı görüşler ve sömürgelerde bağımsızlık mücadeleleri yaygınlaşmıştır. Bu mücadeleler sonunda bazı ülkeler bağımsızlıklarına kavuşmalarına rağmen ekonomik anlamda eski sömürgeci devletlerin denetimi altında tutulmuştur.

Asırlarca doğal kaynakları yağmalanmış ve sanayi kuramamış bu ülkeler bağımsızlık sonrası kalkınmak istemektedirler. Bunun için de paraya ve ucuz gıdaya ihtiyaç duyarlar. Kalkınma istenci de az gelişmiş ülkelerin, gelişmiş ülkelerle yeni bir tür bağımlılık ilişkisi içerisine girmesine yol açacaktır.

Savaşın bitimine doğru; Uluslararası Keynesyen Modelin temelini oluşturan Bretton Woods sistemi oluşturulmuştur. Bretton Woods anlaşmasıyla para birimleri altına endekslenmiş, dolar da altına endeksli bir rezerv para olarak belirlenmiştir. Uluslararası para sisteminin kurallarının belirleyici rol üstlenmeleri için Dünya Bankası ve IMF kurulmuştur. ABD için Bretton Woods Sistemi'nin işlevleri; sosyalizmin gelişmesini engellemek, üretim fazlalarını ihraç etmek dışında Avrupa’nın eski sömürgelerindeki doğal kaynaklara ulaşma olanağı sağlamasıdır.

Bretton Woods ile dünyanın Amerikanizasyonu süreci ivmelenirken yeni bir kaynak transferi modeli de örgütlenmektedir. Bu yeni kaynak transferi mekanizmasının merkezine de eski sömürge ülkelerin kalkınma çabaları oturdu. Kalkınma çabaları, yeni bir bağımlılık mekanizması oluşturuyordu. Eşitsiz Mübadele, bağımlılık sürecinin açıklayan teorilerden biri olarak karşımıza çıkar. Teoriye göre az gelişmiş ülkeler siyasal bağımsızlığa rağmen ekonomik yönden gelişmiş ülkelere bağımlıdır. Zira azgelişmiş ülkeler yardım ve teknoloji transferleriyle desteklenmiştir. Dış ticaretin bir tarafında yer alan az gelişmiş ülkeler bir takım malları üretememektedir. Ürettikleri mallar fiyat ve gelir açısından esnek olmadığından gelişmiş ülkelere bağımlı olmaktadır. Bu yüzden gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasında eşitsiz mübadele görülmektedir. Uluslararası kapitalizm ve çok uluslu şirketler sayesinde gelişmiş ülkelere karşı bağımlılık artmaktadır. Bu durum az gelişmiş ülkelerin kalkınmalarının önündeki engeldir.

Yeni sömürgecilik bağımlılık ilişkisi üzerinden ve malların eşitsiz mübadelesi nedeniyle kurumsallaşınca, az gelişmiş ülkeler kalkınmak için ithal ikameci ya da ithalatı çeşitli biçimlerde kontrol altına alan modellere yönelmek zorunda kalmışlardır. Birçok az gelişmiş ülke, planlama uygulamalarına yönelmiştir.

1970’li yılların başında ise sistem dağılmaya yüz tutmuştur. Bunun işaret fişeği de Vietnam Savaşı’nın etkisiyle piyasaya aşırı miktarda dolar arz eden ABD’nin doların uluslararası dolaşımının kontrolünü kaybetmesidir. Böylece Bretton Woods sistemi çökmüş, esnek kur sistemine geçilmiş, Amerika’nın küresel hegemonyası ilk darbeyi almıştır.

Uluslararası Keynesyen Modelin de uygulama sahasının giderek ortadan kalktığı bu dönemde çevre ülkeler ucuz kredi bulma olanağından mahrum kalmış, üstüne yaşanan Petrol kriziyle de borç içine batmışlardır. Gelişmiş ülke ekonomileri ise genel ücret seviyelerinin görece yüksek olması hasebiyle 1970’lerde iyice belirginleşen bir kârlılık krizinin içerisindedir. Bunu aşmak için, haberleşme ve ulaştırma maliyetlerinin ucuzlamasıyla birlikte üretim birimlerini işgücü maliyetlerinin düşük olduğu çevre ülkelere kaydırmışlardır. Uluslararası üretim olanakları, merkez ülkelerinde üretimi uluslararası düzeyde yönlendirebilecek güçte bir tüccar sermaye kesiminin de ortaya çıkmasına yol açmıştır. Moda ekonomileri ve marka standardizasyonu üstünden yükselen yeni bir kaynak transferi modelinin – ya da sömürü yöntemi- lortları artık çok ülkeli şirketler ve küresel kapitalist elitlerdir.

Diğer yandan tüm bu gelişmelerle 70’li yıllardan itibaren klasik merkez ve çevre diyalektiğinin sıfır toplamlı oyun kurgusu kırılmış, denklemle bir de ‘diğer ülke’ değişkeni eklenmiştir.  Çevre için temel motivasyon diğer ülke olarak sınıflandırılmamaktır. Merkez ülke şirketleri küresel standartları ve üretimin yönetilmesi çerçevesinde rekabet halindeyken çevre ülkeler ucuz işgücü ile çok ülkeli şirketleri yatırımcı olarak çekme yarışı içindedir. Çevre ülkeler trajik bir biçimde, bazen diğer olarak kodlanmama güdüsünü de aşan bir rıza ile küreselleşme faunasında ürettikçe hegemonik yapının altında kalmaya mahkûm edilmiştir denebilir.

Küreselleşmenin diğer bir boyutu da paranın uluslararası bir karaktere bürünüp, mekânla bağının kopmasıdır.  70’li yıllarda ucuz kredi olanağından mahrum kalarak 80’lere borç batağı içinde giren çevre ülkelere kurtuluş yolu olarak ihracata dayalı sanayileşme modeli ve Washington Konsensüsü gösterilmiştir. Neoliberalizmin esasları olarak okunabilecek Konsensüs kısaca; özelleştirme, liberalleştirme ve kuralsızlaştırmayı dayatmaktadır. Bu görüşe göre devletler piyasadan tam anlamıyla elini çekmelidir. ABD, IMF ve Dünya Bankasının yönlendirdiği anlayışla uluslararası sermaye piyasaları genişlemiştir fakat 90’lı yıllarda artan sıklıkla finansal krizler yaşanmıştır. Bu da kuralsızlaştırmayı tartışmalı hale getirmiş ve yeni bir küresel bürokrasi/teknokrasi icat edilerek; yönetişim, düzenleyici üst kurumlar, kamu reformları üçlüsüyle işleyen sistem icat edilmiştir. Teknik ve evrensel doğrular cilasıyla boyanmış Post Washington Konsensüsü politikalarıyla yeni bir standardizasyon ile devletler zayıflatılmış, küreselleşme desteklenmiştir. Böylece ulusların kendi devletleri üzerindeki egemenlik hakları budanmaya dolayısıyla demokrasi rafa kaldırılmaya çalışılmıştır.

Uluslararası para piyasalarının ve küresel üretimin 2008’e kadar izlediği seyir, ABD’nin hegemonyasını zayıflatmıştır. 2008 kriziyle birlikte ABD’nin piyasalar üzerindeki kontrolü kaybettiğinin nişanesi olarak algılanmıştır. Bölgesel örgütlenmeler ve Almanya, Rusya, Çin liderliğe aday olarak daha belirgin şekilde sahneye çıkmıştır. Ortadoğu’da meydana gelen vekalet savaşları bunun bir yansımasıdır denebilir. Ancak görünen o ki henüz bu rolü tam olarak üstlenebilecek bir güç bulunmamaktadır ve bu da bir hegemonya krizini doğurmaktadır. Çin’in ticari yarışta ABD’yi geçebileceği öngörülmektedir fakat askeri, sosyal, kültürel anlamda ABD’ye rakip olmaktan uzak bir görüntü vermektedir. Yine örneğin Almanya öncülüğündeki Avrupa Birliği'nin Anayasa Anlaşması girişimi 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlarla engellenmiş, AB siyasi entegrasyonu tamamlanmamış, askeri örgütlenme girişimleri akim kalmış, Brexit ile büyük yara almıştır.

2008 krizinde düzenleyici hegemonik bir devletin eksikliğinin açığa çıkışı küresel üretim hiyerarşine de darbe vurdu. Sağ popülizmin yükselişi, göçmen karşıtlığı, yabancı düşmanlığı neoliberal kurgunun ideolojik iflasını ifşa ederken pandemide uluslararası örgütlerin zaafiyeti ve devletlerin kontrolü ele alma girişimleri, Trump dönemi korumacı ve izolasyonalist yaklaşım küreselleşmenin sonu mu geliyor sorularını artırdı. Küreselleşmenin sonu sömürgeciliğin sonu anlamına gelmemektedir. Kapitalizmin yaratıcı yıkım mottosunun bir tezahürü olarak dünyanın başka bir sömürü sistemine gebe olduğunu söyleyebiliriz. Teknolojik gelişmelerle koşut olarak üretim modellerinin ve çalışma koşullarının değişmeye başladığını görüyoruz. Örneğin, pandemide beyaz yakalıların ‘home office’ tarzı çalışması genişlemişken sanayi üretimi yapan bölgelerdeki mavi yakalıların vardiya sayıları artmıştır. Diğer yandan önümüzdeki süreçte daha yoğun şekilde karşılaşacağımız; bilgi toplumu, ağ toplumu, trans hümanizm adlarıyla cazip paketlerle sunulan ekonomik-sosyal-politik tasarımlar, son tahlilde  insanlığa mankurtlaşmayı vadediyor. Özellikle dijital teknolojideki gelişmelerle, denetim ve gözetim evreninde insan tekinin de devletlerin de kontrol altında tutulacağı yeni tip bir köleliğe doğru büyük bir hevesle koşulduğunu görüyoruz. 

Sonuç olarak; Modern Batı, tarihini Antikçağ ile başlatsa da asli kökeninin Sömürgecilik Çağı olduğunu söyleyebiliriz. Gaspla ve kölelerin kanıyla semirmiş, Hristiyan ilahını öldürse de yeni putlar yontarak kendine bir panteon oluşturmuş, nihayetinde kendi vatandaşlarını da köleleştiren ve yiyen devasa makineler icat etmiştir. Görünen o ki Batının tüm o hümanist metafiziği ve özgürlükçülük nutukları, sömürü çarkıyla insanı nesneleştirme girişimini gizleyen süslü bir perdedir.