Coğrafi
keşiflerle birlikte başlayan Avrupa yayılmacılığı ise tamamen farklı bir karakterde seyreder. Coğrafi keşifler; Haçlı Seferleri ile temasa geçilen Doğu’nun
zenginliklerine ulaşmak için Batılıların Akdeniz Havzasını ve kara ticaret
yollarını kontrol eden Osmanlı engelini aşma isteği, Vikinglerden öğrenilen
denizcilik, pusulanın kıtaya girişi ve perspektif sayesinde de haritacılığın
gelişme kaydetmesiyle başlamıştır. Batı ele geçirdiği deniz aşırı bölgelerde
koloniler kurmuştur. Kolonilere Batılı nüfusun yerleştirilmesinin yanı sıra bu
bölgelerin yerlisi insanları ya soykırıma varan katliamlara ya da derin bir
asimilasyona maruz bırakmışlardır.
Jomo
Kenyata’nın, ‘Afrika’ya geldiklerinde bizim topraklarımız onların İncilleri
vardı. Dua edelim dediler. Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda, bizim incilimiz,
onların toprakları vardı’ veciz ifadesinde belirtildiği gibi Batılılar işgal
ettikleri toprakların, insan dâhil tüm doğal kaynaklarını gasp etmişlerdir. Bununla
yetinmeyip kendi hastalıklarını kolonilere taşımışlardır.
16.
yüzyıla gelindiğinde kapitalizme geçiş aşaması olan, ilksel birikim ortaya
çıkmıştır. İlksel birikim geniş halk kitlelerinin zor yoluyla
mülksüzleştirilmesidir. Feodal düzen savaş ve salgınlarla yıkılmaya yüz tutmuş,
köylüler kentlere sürülmüştür. Batı Avrupa merkezlerinde makinelerin boy
göstermeye başladığı bu yüzyılda, dokuma endüstrisinin gelişimiyle paralel
olarak tarımsal alanlar otlaklara dönüşmüş, kentlerin insan akınına uğramış
dolayısıyla çalışma kültürü ve yaşam standartları kökten değişmiştir. More’un
deyimiyle ‘koyunların insanları yediği ülke’ İngiltere; yoksulluk, veba, dinsel
çatışmalarla toplumsal fay hatlarının kırıldığı bir deprem üssüne de dönüşmüştür.
Diğer taraftan tüccarlar da kentlerde yaşamaya başlamıştır. Böylece sanayi
kapitalizmine geçiş için artık kentlerde işgücü ve sermaye buluşmuştur.
Kentlerin
çehresi değişirken (başka bir açıdan kentler oluşurken de diyebiliriz)
denizlerde de ticari faaliyetler yükselişe geçmiştir. Denizcilik ve
sömürgelerden elde edilen kaynaklar Avrupa’da güçlü bir ticari sermayenin
gelişmesine yol açmıştır. Bu artışa paralel olarak korsanlık faaliyetleri
yayılmıştır. Tüccarları, korsanlara karşı koruyacak büyük krallıklara ve güçlü
donanmalarına duyulan gerekesinim de ulus devletlerin kurulmasına ön ayak
olmuştur.
Ulus
devleti sahneye çıkaran ekonomik birikim modelinin adı merkantilizmdir.
Merkantilist yaklaşımda mal taşımacılığının anavatan bayrağıyla yapılmasına, ucuz
hammadde temini ve mamul malların ihracına odaklanılır. Anavatan pazarı yüksek
gümrük duvarlarıyla korunur, kritik güzergahlar ele geçirilerek diğer devletlere
göre avantaj sağlanmaya çalışılır. Merkantalizm, farklı isimler altında (Kolbertizm,
Kameralizm, Bulyonizm) Avrupa’nın farklı bölgelerinde 16. Yüzyıldan itibaren
örgütlenmiştir. İngiltere’de görüldüğü biçimde hammadde ithalatının
engellendiği mamul mal ihracatının teşvik edildiği korumacı bir anlayıştır.
İspanya’da Bulyonizm değerli maden stokunu artırmayı, Fransa’da Kolbertizm –ayrıca-
sanayinin gelişmesini, Almanya’da Kameralizm hazineyi güçlendirmeye dair
akademik inceleme ve uygulamaları geliştirmeyi hedeflemekteydi.
16.
yüzyılın sonlarından itibaren başlayan siyasal ve ekonomik liberalleşme ile
zenginliğin kaynağı iş bölümü, uzmanlaşma ve ticaret olarak görülmeye
başlanmıştır. 19. Yüzyıl artık Batı’da ticaret burjuvazisinin hâkimiyetinin
tescillendiği dönemdir. Bu dönem sömürgeciliğe ideolojik bir gerekçe bulma
girişimlerine de sahne olmuştur. Batı gelişmişliğine dayanarak sömürülen
ülkelerdeki insanların alt tabakadan olduğunu iddia etmiş ve yerlileri
medenileştirmeyi ulvi bir vazife olarak görmektedir. Avrupa devletlerinin uzun
asırlar süren sömürge yarışı, nihayetinde Birinci Dünya Savaşı’nı (bazı
düşünürlere göre büyük paylaşım savaşı) doğurmuştur.
16.-
19. yüzyıllar arasında eski ekonomik ve siyasi aktörlerin yanı sıra iktidar
ilişkileri de değişmiştir. Ticaret burjuvazisinin belirleyici konumu güçlenmiş ve
19. yüzyılın başında standardizasyon süreci tamamlanmıştır. Sadece mal ve
hizmetlerin üretimini değil yönetim sürecinin kendisini de standartlaştırmıştır.
Sanayi dönemi ve makineleşme ile üretim, yasalar ve bürokrasiyle de iktidar
standartlaştırılmıştır. Tanrısal iktidarlar devrilince yerini yasalar ve görünmez
el ile işleri düzene koyan büyük akıl ‘piyasa’ almıştır. 20. yy ilk çeyreğiyle
birlikte piyasa adlı bu yeni ilahı doyurmak için bir sunu seremonisi denebilecek
yığın üretimi 1929 Ekonomik Buhranına kapı açmıştır. Buhran ise refah
devletleri ile faşizm arasında kalan bir dünyayı doğurmuş, dolayısıyla ikinci
bir dünya savaşı meydana gelmiştir.
İkinci
Dünya Savaşı sonucunda uluslararası hiyerarşinin yapısı değişmiştir. Dünya,
üçlü sacayağı üzerine oturmaktadır. Birinci ayağa Amerika Birleşik Devletleri
yerleşir. ABD, bir yandan savaş boyunca biriktirdiği gıda stokunu tüketmek
diğer yandan da üretim fazlasını eritmek gereksinimi duymaktadır. İkinci ayakta
Avrupa vardır. Bütün Avrupa yerle bir olmuştur. Açlık sorununu çözmek ardından
imar faaliyetine girmek zorundadır.
Üçüncü
ayakta ise savaş sonrası bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan eski sömürge ülkeler
bulunmaktadır. Modern çağda Avrupalıların başlattığı sömürgeleştirme
faaliyetlerini haklı gösterme düşüncesi 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar devam
etmiştir. Savaşın bitmesiyle sömürgecilik karşıtı görüşler ve sömürgelerde
bağımsızlık mücadeleleri yaygınlaşmıştır. Bu mücadeleler sonunda bazı ülkeler
bağımsızlıklarına kavuşmalarına rağmen ekonomik anlamda eski sömürgeci devletlerin
denetimi altında tutulmuştur.
Asırlarca
doğal kaynakları yağmalanmış ve sanayi kuramamış bu ülkeler bağımsızlık sonrası
kalkınmak istemektedirler. Bunun için de paraya ve ucuz gıdaya ihtiyaç duyarlar.
Kalkınma istenci de az gelişmiş ülkelerin, gelişmiş ülkelerle yeni bir tür
bağımlılık ilişkisi içerisine girmesine yol açacaktır.
Savaşın
bitimine doğru; Uluslararası Keynesyen Modelin temelini oluşturan Bretton Woods
sistemi oluşturulmuştur. Bretton Woods anlaşmasıyla para birimleri altına
endekslenmiş, dolar da altına endeksli bir rezerv para olarak belirlenmiştir.
Uluslararası para sisteminin kurallarının belirleyici rol üstlenmeleri için
Dünya Bankası ve IMF kurulmuştur. ABD için Bretton Woods Sistemi'nin işlevleri; sosyalizmin
gelişmesini engellemek, üretim fazlalarını ihraç etmek dışında Avrupa’nın eski
sömürgelerindeki doğal kaynaklara ulaşma olanağı sağlamasıdır.
Bretton
Woods ile dünyanın Amerikanizasyonu süreci ivmelenirken yeni bir kaynak
transferi modeli de örgütlenmektedir. Bu yeni kaynak transferi mekanizmasının
merkezine de eski sömürge ülkelerin kalkınma çabaları oturdu. Kalkınma
çabaları, yeni bir bağımlılık mekanizması oluşturuyordu. Eşitsiz Mübadele, bağımlılık
sürecinin açıklayan teorilerden biri olarak karşımıza çıkar. Teoriye göre az gelişmiş
ülkeler siyasal bağımsızlığa rağmen ekonomik yönden gelişmiş ülkelere
bağımlıdır. Zira azgelişmiş ülkeler yardım ve teknoloji transferleriyle
desteklenmiştir. Dış ticaretin bir tarafında yer alan az gelişmiş ülkeler bir
takım malları üretememektedir. Ürettikleri mallar fiyat ve gelir açısından
esnek olmadığından gelişmiş ülkelere bağımlı olmaktadır. Bu yüzden gelişmiş
ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasında eşitsiz mübadele görülmektedir.
Uluslararası kapitalizm ve çok uluslu şirketler sayesinde gelişmiş ülkelere
karşı bağımlılık artmaktadır. Bu durum az gelişmiş ülkelerin kalkınmalarının
önündeki engeldir.
Yeni
sömürgecilik bağımlılık ilişkisi üzerinden ve malların eşitsiz mübadelesi
nedeniyle kurumsallaşınca, az gelişmiş ülkeler kalkınmak için ithal ikameci ya
da ithalatı çeşitli biçimlerde kontrol altına alan modellere yönelmek zorunda
kalmışlardır. Birçok az gelişmiş ülke, planlama uygulamalarına yönelmiştir.
1970’li yılların başında ise sistem
dağılmaya yüz tutmuştur. Bunun işaret fişeği de Vietnam Savaşı’nın etkisiyle
piyasaya aşırı miktarda dolar arz eden ABD’nin doların uluslararası dolaşımının
kontrolünü kaybetmesidir. Böylece Bretton Woods sistemi çökmüş, esnek kur
sistemine geçilmiş, Amerika’nın küresel hegemonyası ilk darbeyi almıştır.
Uluslararası Keynesyen
Modelin de uygulama sahasının giderek ortadan kalktığı bu dönemde çevre ülkeler
ucuz kredi bulma olanağından mahrum kalmış, üstüne yaşanan Petrol kriziyle de
borç içine batmışlardır. Gelişmiş ülke ekonomileri ise genel ücret
seviyelerinin görece yüksek olması hasebiyle 1970’lerde iyice belirginleşen bir
kârlılık krizinin içerisindedir. Bunu aşmak için, haberleşme ve
ulaştırma maliyetlerinin ucuzlamasıyla birlikte üretim birimlerini işgücü
maliyetlerinin düşük olduğu çevre ülkelere kaydırmışlardır. Uluslararası üretim
olanakları, merkez ülkelerinde üretimi uluslararası düzeyde yönlendirebilecek
güçte bir tüccar sermaye kesiminin de ortaya çıkmasına yol açmıştır. Moda
ekonomileri ve marka standardizasyonu üstünden yükselen yeni bir kaynak
transferi modelinin – ya da sömürü yöntemi- lortları artık çok ülkeli şirketler
ve küresel kapitalist elitlerdir.
Diğer yandan tüm bu
gelişmelerle 70’li yıllardan itibaren klasik merkez ve çevre diyalektiğinin
sıfır toplamlı oyun kurgusu kırılmış, denklemle bir de ‘diğer ülke’ değişkeni
eklenmiştir. Çevre için temel motivasyon
diğer ülke olarak sınıflandırılmamaktır. Merkez ülke şirketleri küresel
standartları ve üretimin yönetilmesi çerçevesinde rekabet halindeyken çevre
ülkeler ucuz işgücü ile çok ülkeli şirketleri yatırımcı olarak çekme yarışı
içindedir. Çevre ülkeler trajik bir biçimde, bazen diğer olarak kodlanmama
güdüsünü de aşan bir rıza ile küreselleşme faunasında ürettikçe hegemonik
yapının altında kalmaya mahkûm edilmiştir denebilir.
Küreselleşmenin diğer bir
boyutu da paranın uluslararası bir karaktere bürünüp, mekânla bağının
kopmasıdır. 70’li yıllarda ucuz kredi
olanağından mahrum kalarak 80’lere borç batağı içinde giren çevre ülkelere
kurtuluş yolu olarak ihracata dayalı sanayileşme modeli ve Washington
Konsensüsü gösterilmiştir. Neoliberalizmin esasları olarak okunabilecek Konsensüs
kısaca; özelleştirme, liberalleştirme ve kuralsızlaştırmayı dayatmaktadır. Bu
görüşe göre devletler piyasadan tam anlamıyla elini çekmelidir. ABD, IMF ve Dünya
Bankasının yönlendirdiği anlayışla uluslararası sermaye piyasaları
genişlemiştir fakat 90’lı yıllarda artan sıklıkla finansal krizler yaşanmıştır.
Bu da kuralsızlaştırmayı tartışmalı hale getirmiş ve yeni bir küresel
bürokrasi/teknokrasi icat edilerek; yönetişim, düzenleyici üst kurumlar, kamu
reformları üçlüsüyle işleyen sistem icat edilmiştir. Teknik ve evrensel
doğrular cilasıyla boyanmış Post Washington Konsensüsü politikalarıyla yeni bir
standardizasyon ile devletler zayıflatılmış, küreselleşme desteklenmiştir. Böylece ulusların kendi devletleri üzerindeki egemenlik
hakları budanmaya dolayısıyla demokrasi rafa kaldırılmaya çalışılmıştır.
Uluslararası para
piyasalarının ve küresel üretimin 2008’e kadar izlediği seyir, ABD’nin
hegemonyasını zayıflatmıştır. 2008 kriziyle birlikte ABD’nin piyasalar
üzerindeki kontrolü kaybettiğinin nişanesi olarak algılanmıştır. Bölgesel
örgütlenmeler ve Almanya, Rusya, Çin liderliğe aday olarak daha belirgin
şekilde sahneye çıkmıştır. Ortadoğu’da meydana gelen vekalet savaşları bunun
bir yansımasıdır denebilir. Ancak görünen o ki henüz bu rolü tam olarak
üstlenebilecek bir güç bulunmamaktadır ve bu da bir hegemonya krizini
doğurmaktadır. Çin’in ticari yarışta ABD’yi geçebileceği öngörülmektedir fakat
askeri, sosyal, kültürel anlamda ABD’ye rakip olmaktan uzak bir görüntü
vermektedir. Yine örneğin Almanya öncülüğündeki Avrupa Birliği'nin Anayasa Anlaşması girişimi 2005
yılında Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlarla engellenmiş, AB siyasi
entegrasyonu tamamlanmamış, askeri örgütlenme girişimleri akim kalmış, Brexit
ile büyük yara almıştır.
2008 krizinde düzenleyici
hegemonik bir devletin eksikliğinin açığa çıkışı küresel üretim hiyerarşine de
darbe vurdu. Sağ popülizmin yükselişi, göçmen karşıtlığı, yabancı düşmanlığı
neoliberal kurgunun ideolojik iflasını ifşa ederken pandemide uluslararası
örgütlerin zaafiyeti ve devletlerin kontrolü ele alma girişimleri, Trump dönemi
korumacı ve izolasyonalist yaklaşım küreselleşmenin sonu mu geliyor sorularını artırdı. Küreselleşmenin sonu sömürgeciliğin
sonu anlamına gelmemektedir. Kapitalizmin yaratıcı yıkım mottosunun bir
tezahürü olarak dünyanın başka bir sömürü sistemine gebe olduğunu
söyleyebiliriz. Teknolojik gelişmelerle koşut olarak üretim modellerinin ve çalışma
koşullarının değişmeye başladığını görüyoruz. Örneğin, pandemide beyaz
yakalıların ‘home office’ tarzı çalışması genişlemişken sanayi üretimi yapan
bölgelerdeki mavi yakalıların vardiya sayıları artmıştır. Diğer yandan önümüzdeki
süreçte daha yoğun şekilde karşılaşacağımız; bilgi toplumu, ağ toplumu, trans
hümanizm adlarıyla cazip paketlerle sunulan ekonomik-sosyal-politik tasarımlar,
son tahlilde insanlığa mankurtlaşmayı
vadediyor. Özellikle dijital teknolojideki gelişmelerle, denetim ve gözetim
evreninde insan tekinin de devletlerin de kontrol altında tutulacağı yeni tip
bir köleliğe doğru büyük bir hevesle koşulduğunu görüyoruz.
Sonuç
olarak; Modern Batı, tarihini Antikçağ ile başlatsa da asli kökeninin
Sömürgecilik Çağı olduğunu söyleyebiliriz. Gaspla ve kölelerin kanıyla
semirmiş, Hristiyan ilahını öldürse de yeni putlar yontarak kendine bir panteon
oluşturmuş, nihayetinde kendi vatandaşlarını da köleleştiren ve yiyen devasa
makineler icat etmiştir. Görünen o ki Batının tüm o hümanist metafiziği ve özgürlükçülük
nutukları, sömürü çarkıyla insanı nesneleştirme girişimini gizleyen süslü bir
perdedir.