Thomas More’un Ütopya adlı eseri ile Anthony Burgess’ın
Otomatik Portakal kitaplarını karşılaştırmak bize ütopya ve distopya
kavramlarının anlaşılmasında bir imkan sunabilir. Bu karşılaştırmanın
her ne kadar anakronizm ile malul olduğu eleştirisi getirilebilirse de iki eser
kentlileşme ve kapitalizm parantezinde incelenebilirler. Kapitalizmin en önemli
merkezlerinden birinde ve büyük dönüşüm zamanlarının kucağında kaleme alınmış olmaları, modern insanın yazgısal serüvenini takip etmemizi
kolaylaştırabilir.
More’un Ütopyası; Batı Avrupa merkezlerinde makinelerin boy
göstermeye başladığı, dokuma endüstrisinin gelişimiyle paralel olarak tarımsal
alanların otlaklara dönüştüğü, kentlerin insan akınına uğradığı dolayısıyla
çalışma kültürünün ve yaşam standartlarının kökten değişime uğradığı bir dönemde
yazıldı. ‘Koyunların insanları yediği ülke’ İngiltere; yoksulluk, veba, dinsel
çatışmalarla toplumsal fay hatlarının kırıldığı bir deprem üssüne dönüşmüştü. Burgess’ın
Otomatik Portakalı yazdığı dönem Birleşik Krallığı ise 2. Dünya Savaşı’ndan
galip çıkmış olmasına rağmen savaşın travmatik etkilerini üstünden atamamış,
içerde gelir eşitsizliğinin yükseldiği, geniş ailenin koltuğunu çekirdek
ailenin aldığı, ‘ayak takımının’ sokaklarda kol gezdiği bir yapı arz ederken
küresel hegemonyayı da ABD’ye kaptırmış, deniz aşırı kolonilerini teker teker
kaybetmeye başlamış ve Sovyet tehdidi ile karşı karşıya kalmıştı. Özetle, More İngiliz Krallığı’nın Birleşik
Krallığa, Burgess ise Birleşik Krallığın İngiltere’ye dönüştüğü zamanda
kitaplarını yazdılar. Bu açıdan ütopya ve distopya yazınına siyasi, iktisadi ve
sosyolojik değişimlerin kaynaklık ettiğini söyleyebiliriz.
Ütopya ile distopyanın temel farkı, değişimi göğüsleme
biçimleridir. Ütopya okura değişimin yol açtığı kaosa karşı ideal devlet ve
toplum kurgusu sunarken, distopya kaosun sonuçlarını egzajere ederek okura
mesajını iletir. İronik bir şekilde ütopyalar düzeni değiştirme vaadiyle sistem
yıkıcı/devrimciyken, distopya böyle bir gayesi olmasa da sistemi meşrulaştırıcı
bir özü barındırır, adeta ölümü gösterip sıtmaya razı eder.
Öte yandan ütopya bir rüya, distopya bir kabus anlatısıdır.
More, İncil’deki göksel egemenliği ve cenneti yeryüzüne indirmeye çalışır,
Burgess ise yasanın, düzenin ve tırnak içinde cennetin, iradeyi ve özgürlüğü
insanların elinden alacağını işaret eder. More’un ütopyasında herkes akşam
sekizde yatıp sabah dörtte kalkar, günde
altı saat çalışır. Herkesin evi tekdüzedir. Yemekler kamusal alanlarda
beraberce yenir. More’un mutlu ve güzel ülkesi; zenginlik ile fakirlik
arasındaki farkların silikleşmesine rağmen köleliğin yasal olduğu, tektipçi,
farklılığın yeşerme imkanı bulamayacağı bir cumhuriyet hüviyetindedir.
Otomatik Portakal’da ise
şu sorunun etrafında döneriz; eğer kötülüğü seçme özgürlüğümüz yoksa iyilik ne
kadar iyiliktir, iradeden bağımsız iyi gerçekten iyi midir? Romanın ilk
bölümünde baş karakter Alex; tecavüz, hırsızlık, gasp, darp, cinayetleriyle
okurda tiksinti uyandırırken ikinci bölümde cezaevinde maruz kaldığı tedavi
okurda acıma hissi uyandırır. Devletin şiddeti ve toplumu kontrolü, bir
sosyopata bile merhamet hissi uyandıracak denli hastalıklıdır. İnsanı insan
kılan şeyin seçme özgürlüğü olduğu vurgusuyla Otomatik Portakal adeta bir
demokrasi övgüsüne dönüşür. Demokrasi övgüsü aynı anda Sovyet Rusya
eleştirisidir. Burgess Otomatik Portakal’da, bunu, Orwell’in 1984 düzenine
giden yolun taşlarının nasıl örüldüğünü kurgulayarak yapmıştır.
Her iki esere bakarak, distopyanın ütopyanın antitezi olduğu
görüşünü destekler örnekleri de yoğun bir şekilde bulabiliriz. Öyle ki bazı pasajlarda Burgess’ın eserini
More’a nazire olarak yazdığı hissine kapılabiliriz. Ütopya, More’un Kral 8. Henry’nin talimatıyla
Kastilya Prensi Charles’ın saygıdeğer heyetiyle bir araya gelişiyle başlar. Heyettekiler
belagat sanatını iyi bilen, hukuki konularda bilgili, deneyimli insanlardır. Otomatik
Portakal’ın giriş bölümünde ise baş karakter Alex, uyuşturucu süt karışımının
servis edildiği bir barda çetesiyle beraberdir. Yanında oturan arkadaşı ağzında
salyalar akıtarak konuşmaktadır. Heyetin yerini çete, belagatin yerini ne
dediği anlaşılmaz gençler almıştır. More heyet görüşmelerinden sonra Peter
Giles adlı ‘olağanüstü alçakgönüllü, iyi yetiştirilmiş bir genç’ ile sohbet
eder. Alex ve çetesinin bardan
ayrıldıktan sonra ilk işleri de kütüphaneden çıkan bir adama acımasızca
saldırmak olmuştur. Bir tarafta medeni bir tartışma ve iyi yetiştirilmiş bir
gençle sohbet, diğer tarafta kitap taşıyan bir adamın kanlı bir şekilde
hırpalanması. Ütopya adasının 54 kentinde tek dil konuşulur, Otomatik Portakal
evreninde ise Aleks ve çetesi Rusça ve İngilizce karşımı bir dille
anlaşmaktadır. Ütopya’da kent mimarisini önceleyen bir esenlik yurdu modeli
varken Otomatik Portakal’da kent, içinde Umutsuzluk Caddesi ve Tükeniş
Sokağının bulunduğu bir yerdir, mutsuzluğun nesnesidir, sokaklar güvenilmezdir,
özellikle geceleri yaşlı ve güçsüzler için bir cehenneme dönüşür.
Sonuç olarak, Batıda insan merkezli düşünme biçiminin
belirleyici hale gelmesiyle mantık, sanat, din, ilah varolana dönüştürülüp
insanlığın nesnesine dönüştürülmüştür. İnsanın rasyonel hayvan (canlı) olduğu
varsayımıyla iyi-güzel, kötü-çirkin,
doğru-yanlış vesairin dinsel tanım ve tasniflerde değil insan düşüncesinde ve
düşünde olduğu anlayışıyla; mitoloji ve altın çağcı mistik anlatılar yerine
ütopya ve distopyalar ikame edildi. Varolana dönüştürme Rönesans döneminde
mimaride, modern dönemde dilde inşa şeklinde tezahür etti. Böylece More’un
Ütopyası kent merkezli bir mimariyken, Burgess’ın distopyası dilde bir tasarım
olarak karşımıza çıktı.
Kapitalizm, humanist metafiziğinin çocuğudur. Weber’in protestanları
tarih sahnesinden çekilip yerine Nietzsche’nin nihilistleri gelmiş olsa da
kapitalizmin yaratıcı-yıkım gelişimi tanımı yerinde sapasağlam duruyor. İnsanoğlu
hala doğa ile kavgayı kalkınma, değerleri aşındırmayı ilerleme, maddi gücü en
yüksek erdem sayıyor. Yaratıcı-yıkım anlayışıyla beraber düşünüldüğünde, koronavirüs salgınıyla küresel kapitalizmin
geriye düşeceği tahminlerinin gerçekçi olmadığı aşikar. Kendimizi distopik bir
hikayenin aktörleri gibi hissedişimiz tam da yukarıda işlendiği gibi kapitalist
düzeni meşrulaştırıcı bir etki doğuracaktır. Tüm dünyada sokağa çıkma
yasakları, sıkıyönetim uygulamaları, ithalat-ihracat kısıtlamaları ile
devletlerin rolünün ve otoriterleşmenin artışı bir noktada taşınamaz bir yük
haline gelecektir. Ayrıca kendi içine gömülen devletlerin, otoriter
hükümetlerin varlığı uluslararası örgütlerin çözüleceğini çok uluslu
şirketlerin tahakkümünün kırılacağını göstermez. Bilakis büyük kapitalistler için
otoriterleşen hükümetlere nüfuz etmek demokratik devletlere nüfuzdan daha düşük
maliyetlidir.
Pandeminin, 11 Eylül sürecinin sona erişini tescillediğini, yeni
bir ötekinin varlığını ifşa ettiğini söyleyebiliriz. ‘Uluslararası terörizmle
mücadele’ artık kolaylıkla alıcı bulmuyor.
Bundan sonra uluslararası örgütlerin ve ve devletlerin güvenlik stratejilerinde
birincil tehditin; salgınlar, açlık ve iklim değişiklikleri olacağını söylemek
de kehanet sayılmaz. Çevre, gıda ve sağlık güvenliği yeni çatışma alanları
olarak karşımıza çıkacaktır. Diğer yandan başta ekonomi, eğitim, sağlık,
güvenlik ve iletişimde dijitalleşmenin artacağını ve siber savaşların da daha
sofistike hale geleceğini öngörebiliriz. Bağlantılı olarak en köklü değişimin vucut
bütünlüğünün dokunulmazlığında yaşanacağını, yerini zihin dokunulmazlığı idealine
bırakacağını düşünüyorum; belki bu durumda Otomatik Portakal yeniden gündem
olur, kim bilir…

Hiç yorum yok:
Yorum Gönder