11 Mayıs 2021 Salı

Çakallar ve Araplar

Kafka, Praglılar arasında Almanca konuşan bir Yahudi'ydi. Bu üçgenin içinde bir yabancı gibi yaşayan Kafka, 'Çakallar ve Araplar' hikayesini yazdı; belki de kaçıp Filistin'e yerleşme hayalleri kurarken. 

Hikaye, kuzeyden gelen adam ve yoldaşlarının bir vahada verdikleri mola ile başlar. Gecenin karanlığında bir çakal sürüsü yaklaşıp Kuzeyli'ye sırnaşır. İçlerinden en yaşlısı dile gelir. Kuzeyden gelecek olanları nesiller boyu hasretle beklediklerini anlatır ve araplar ile dünya kurulduğundan beri süregelen husumetten bahseder. Araplar hayvanları öldürmelerine rağmen leş yememektedir, bu da aralarındaki mücadelenin sebebidir. Önce Araplardan korkmadıklarını söyler sonra; 'Biz onların kanını alacağız, bu kavga da bitecek!' der. Kuzeyli, onlaın tüfekleri var kendilerini savunmaya başladıklarında sizi yok ederler dediğinde ise ihtiyar çakal önceki sözlerini unutmuş bir şekilde biz onların kanlarıyla kirlenmek istemeyiz. onları 'canlı' gördüğümüzde çöle kaçıyoruz cevabını verir. 

Kuzeyli kalkıp uzaklaşmaya yeltenirken gömleğine iki genç çakalın dişlerini geçirdiğini fark eder. İhtiyar çakal 'sana hürmetlerinden eteğini tutuyorlar' der. Sonunda çakal, Kuzeyli'den istediği şeyi açıklar; 'Ey aziz sahip, her şeye gücü yeten ellerinle, şu ellerinle gırtlaklarını kesiver Arapların!' Kuzeyliye, dişlerinin arasında taşıdıkları bir makas getirirler...

Arap'ın kamçısını savurarak geldiğini görünce çakallar dağılır. Arap, Kuzeyliye çakalların makası, çöle gelen her Avrupalıya sunduğunu söyler. 

Sonra ortaya bir deve leşi getirirler. Çakallar gözleri dönmüş halde leşin üzerine çöreklendiklerinde Arap kervanbaşı kamçısını sallamaya başlar. Avrupalı, elinden tutarak Arabı engeller ve kervanbaşı 'haklısın sahip, bırakalım da mesleklerini yapsınlar...' der ve hikaye sona erer. 

 'Araplar ve Çakallar' öyküsünü okuyan biri Kafka'nın yahudi karşıtı olduğuna dair bir izlenime kapılabilir ancak bu büyük bir yanılgı olaaktır. Örneğin Dava romanı baştan aşağı Avrupa'da yaygın yahudi karşıtlığına karşı kaleme alınmıştı dersek abartmış olmayız. Onun bu öyküde ise yahudiyi ağzı kokan leş yiyicilere benzetişi tahkir amacı gütmez. 'Yahudilerin sadece ellerinde zaptettikleri ya da dişleri arasında sıkıştırdıkları şeylerin sahibi olacaklarını düşünmeleri, insanlar arasında güvende olmamalarındandır' sözü; ihitası, kana susamışlığı, zorbalığı, travmatik bir sebep icat ederek ibra etme girişimidir denebilir. 

Kafka, hikayesinde kadim bir çatışmayı ve İsrail'e giden yolu anlatıyordu. Gerçekten de öngördüğü gibi, dişlerini geçirdikleri Avrupa'nın desteği ürkek çakalları çölden vahaya taşıdı. Arabı ise Avrupalı yolcuya güveni tepeledi. Arabın, müslümanın elinden kırbacı alındı, evi işgal edildi... 

İhtiyar çakalın korkaklığını itirafında söylediği gibi; müslümana yurdunu tekrar verecek olan üstündeki ölü toprağını silkelemesidir. Canlanmak ve sesini yükseltmek... Başkaca yol yok. 


30 Ocak 2021 Cumartesi

USURA


USURA İLE
yün gelmez çarşıya
koyun kazanç getirmez usura ile
Usura bir ölettir, usura
körletir kızın elindeki iğneyi

Ezra Pound


 

Eski çağdan beri güçlenen birçok devlet hâkimiyet alanlarını genişletmeye çalışmış ve bu alanlar dışında kalan sahalara kendi unsurlarını yerleştirmişlerdir. Ancak sömürgeciler ile sömürge öncesi devletleri birbirinden ayırmak gerekir. Sömürgecilik öncesi imparatorluklar (Roma, Osmanlı) fetih politikası üstünden örgütlenmişlerdir. Bu devletler savaş ganimetini alır, bölgeye bir yönetici atar ve bu yönetici üzerinden düzenli vergi toplardı. Emanet sistemi ya da iltizam sistemi ile oraya vergi toplaması için bir yönetici atanırdı.  Ayrıca fethedilen topraklardaki insanların dinine, diline, kültürüne müdahale edilmezdi. Osmanlı nüfusundan belli bir kesim de güvenlik gerekçeleriyle yeni fethedilen bölgelere yerleştirilirdi.

Coğrafi keşiflerle birlikte başlayan Avrupa yayılmacılığı ise tamamen farklı bir karakterde seyreder. Coğrafi keşifler; Haçlı Seferleri ile temasa geçilen Doğu’nun zenginliklerine ulaşmak için Batılıların Akdeniz Havzasını ve kara ticaret yollarını kontrol eden Osmanlı engelini aşma isteği, Vikinglerden öğrenilen denizcilik, pusulanın kıtaya girişi ve perspektif sayesinde de haritacılığın gelişme kaydetmesiyle başlamıştır. Batı ele geçirdiği deniz aşırı bölgelerde koloniler kurmuştur. Kolonilere Batılı nüfusun yerleştirilmesinin yanı sıra bu bölgelerin yerlisi insanları ya soykırıma varan katliamlara ya da derin bir asimilasyona maruz bırakmışlardır.

Jomo Kenyata’nın, ‘Afrika’ya geldiklerinde bizim topraklarımız onların İncilleri vardı. Dua edelim dediler. Gözlerimizi kapattık. Açtığımızda, bizim incilimiz, onların toprakları vardı’ veciz ifadesinde belirtildiği gibi Batılılar işgal ettikleri toprakların, insan dâhil tüm doğal kaynaklarını gasp etmişlerdir. Bununla yetinmeyip kendi hastalıklarını kolonilere taşımışlardır.

16. yüzyıla gelindiğinde kapitalizme geçiş aşaması olan, ilksel birikim ortaya çıkmıştır. İlksel birikim geniş halk kitlelerinin zor yoluyla mülksüzleştirilmesidir. Feodal düzen savaş ve salgınlarla yıkılmaya yüz tutmuş, köylüler kentlere sürülmüştür. Batı Avrupa merkezlerinde makinelerin boy göstermeye başladığı bu yüzyılda, dokuma endüstrisinin gelişimiyle paralel olarak tarımsal alanlar otlaklara dönüşmüş, kentlerin insan akınına uğramış dolayısıyla çalışma kültürü ve yaşam standartları kökten değişmiştir. More’un deyimiyle ‘koyunların insanları yediği ülke’ İngiltere; yoksulluk, veba, dinsel çatışmalarla toplumsal fay hatlarının kırıldığı bir deprem üssüne de dönüşmüştür. Diğer taraftan tüccarlar da kentlerde yaşamaya başlamıştır. Böylece sanayi kapitalizmine geçiş için artık kentlerde işgücü ve sermaye buluşmuştur.

Kentlerin çehresi değişirken (başka bir açıdan kentler oluşurken de diyebiliriz) denizlerde de ticari faaliyetler yükselişe geçmiştir. Denizcilik ve sömürgelerden elde edilen kaynaklar Avrupa’da güçlü bir ticari sermayenin gelişmesine yol açmıştır. Bu artışa paralel olarak korsanlık faaliyetleri yayılmıştır. Tüccarları, korsanlara karşı koruyacak büyük krallıklara ve güçlü donanmalarına duyulan gerekesinim de ulus devletlerin kurulmasına ön ayak olmuştur.

Ulus devleti sahneye çıkaran ekonomik birikim modelinin adı merkantilizmdir. Merkantilist yaklaşımda mal taşımacılığının anavatan bayrağıyla yapılmasına, ucuz hammadde temini ve mamul malların ihracına odaklanılır. Anavatan pazarı yüksek gümrük duvarlarıyla korunur, kritik güzergahlar ele geçirilerek diğer devletlere göre avantaj sağlanmaya çalışılır. Merkantalizm, farklı isimler altında (Kolbertizm, Kameralizm, Bulyonizm) Avrupa’nın farklı bölgelerinde 16. Yüzyıldan itibaren örgütlenmiştir. İngiltere’de görüldüğü biçimde hammadde ithalatının engellendiği mamul mal ihracatının teşvik edildiği korumacı bir anlayıştır. İspanya’da Bulyonizm değerli maden stokunu artırmayı, Fransa’da Kolbertizm –ayrıca- sanayinin gelişmesini, Almanya’da Kameralizm hazineyi güçlendirmeye dair akademik inceleme ve uygulamaları geliştirmeyi hedeflemekteydi.

16. yüzyılın sonlarından itibaren başlayan siyasal ve ekonomik liberalleşme ile zenginliğin kaynağı iş bölümü, uzmanlaşma ve ticaret olarak görülmeye başlanmıştır. 19. Yüzyıl artık Batı’da ticaret burjuvazisinin hâkimiyetinin tescillendiği dönemdir. Bu dönem sömürgeciliğe ideolojik bir gerekçe bulma girişimlerine de sahne olmuştur. Batı gelişmişliğine dayanarak sömürülen ülkelerdeki insanların alt tabakadan olduğunu iddia etmiş ve yerlileri medenileştirmeyi ulvi bir vazife olarak görmektedir. Avrupa devletlerinin uzun asırlar süren sömürge yarışı, nihayetinde Birinci Dünya Savaşı’nı (bazı düşünürlere göre büyük paylaşım savaşı) doğurmuştur.

16.- 19. yüzyıllar arasında eski ekonomik ve siyasi aktörlerin yanı sıra iktidar ilişkileri de değişmiştir. Ticaret burjuvazisinin belirleyici konumu güçlenmiş ve 19. yüzyılın başında standardizasyon süreci tamamlanmıştır. Sadece mal ve hizmetlerin üretimini değil yönetim sürecinin kendisini de standartlaştırmıştır. Sanayi dönemi ve makineleşme ile üretim, yasalar ve bürokrasiyle de iktidar standartlaştırılmıştır. Tanrısal iktidarlar devrilince yerini yasalar ve görünmez el ile işleri düzene koyan büyük akıl ‘piyasa’ almıştır. 20. yy ilk çeyreğiyle birlikte piyasa adlı bu yeni ilahı doyurmak için bir sunu seremonisi denebilecek yığın üretimi 1929 Ekonomik Buhranına kapı açmıştır. Buhran ise refah devletleri ile faşizm arasında kalan bir dünyayı doğurmuş, dolayısıyla ikinci bir dünya savaşı meydana gelmiştir.   

İkinci Dünya Savaşı sonucunda uluslararası hiyerarşinin yapısı değişmiştir. Dünya, üçlü sacayağı üzerine oturmaktadır. Birinci ayağa Amerika Birleşik Devletleri yerleşir. ABD, bir yandan savaş boyunca biriktirdiği gıda stokunu tüketmek diğer yandan da üretim fazlasını eritmek gereksinimi duymaktadır. İkinci ayakta Avrupa vardır. Bütün Avrupa yerle bir olmuştur. Açlık sorununu çözmek ardından imar faaliyetine girmek zorundadır.

Üçüncü ayakta ise savaş sonrası bağımsızlıklarını kazanmaya başlayan eski sömürge ülkeler bulunmaktadır. Modern çağda Avrupalıların başlattığı sömürgeleştirme faaliyetlerini haklı gösterme düşüncesi 2. Dünya Savaşı sonrasına kadar devam etmiştir. Savaşın bitmesiyle sömürgecilik karşıtı görüşler ve sömürgelerde bağımsızlık mücadeleleri yaygınlaşmıştır. Bu mücadeleler sonunda bazı ülkeler bağımsızlıklarına kavuşmalarına rağmen ekonomik anlamda eski sömürgeci devletlerin denetimi altında tutulmuştur.

Asırlarca doğal kaynakları yağmalanmış ve sanayi kuramamış bu ülkeler bağımsızlık sonrası kalkınmak istemektedirler. Bunun için de paraya ve ucuz gıdaya ihtiyaç duyarlar. Kalkınma istenci de az gelişmiş ülkelerin, gelişmiş ülkelerle yeni bir tür bağımlılık ilişkisi içerisine girmesine yol açacaktır.

Savaşın bitimine doğru; Uluslararası Keynesyen Modelin temelini oluşturan Bretton Woods sistemi oluşturulmuştur. Bretton Woods anlaşmasıyla para birimleri altına endekslenmiş, dolar da altına endeksli bir rezerv para olarak belirlenmiştir. Uluslararası para sisteminin kurallarının belirleyici rol üstlenmeleri için Dünya Bankası ve IMF kurulmuştur. ABD için Bretton Woods Sistemi'nin işlevleri; sosyalizmin gelişmesini engellemek, üretim fazlalarını ihraç etmek dışında Avrupa’nın eski sömürgelerindeki doğal kaynaklara ulaşma olanağı sağlamasıdır.

Bretton Woods ile dünyanın Amerikanizasyonu süreci ivmelenirken yeni bir kaynak transferi modeli de örgütlenmektedir. Bu yeni kaynak transferi mekanizmasının merkezine de eski sömürge ülkelerin kalkınma çabaları oturdu. Kalkınma çabaları, yeni bir bağımlılık mekanizması oluşturuyordu. Eşitsiz Mübadele, bağımlılık sürecinin açıklayan teorilerden biri olarak karşımıza çıkar. Teoriye göre az gelişmiş ülkeler siyasal bağımsızlığa rağmen ekonomik yönden gelişmiş ülkelere bağımlıdır. Zira azgelişmiş ülkeler yardım ve teknoloji transferleriyle desteklenmiştir. Dış ticaretin bir tarafında yer alan az gelişmiş ülkeler bir takım malları üretememektedir. Ürettikleri mallar fiyat ve gelir açısından esnek olmadığından gelişmiş ülkelere bağımlı olmaktadır. Bu yüzden gelişmiş ülkeler ile az gelişmiş ülkeler arasında eşitsiz mübadele görülmektedir. Uluslararası kapitalizm ve çok uluslu şirketler sayesinde gelişmiş ülkelere karşı bağımlılık artmaktadır. Bu durum az gelişmiş ülkelerin kalkınmalarının önündeki engeldir.

Yeni sömürgecilik bağımlılık ilişkisi üzerinden ve malların eşitsiz mübadelesi nedeniyle kurumsallaşınca, az gelişmiş ülkeler kalkınmak için ithal ikameci ya da ithalatı çeşitli biçimlerde kontrol altına alan modellere yönelmek zorunda kalmışlardır. Birçok az gelişmiş ülke, planlama uygulamalarına yönelmiştir.

1970’li yılların başında ise sistem dağılmaya yüz tutmuştur. Bunun işaret fişeği de Vietnam Savaşı’nın etkisiyle piyasaya aşırı miktarda dolar arz eden ABD’nin doların uluslararası dolaşımının kontrolünü kaybetmesidir. Böylece Bretton Woods sistemi çökmüş, esnek kur sistemine geçilmiş, Amerika’nın küresel hegemonyası ilk darbeyi almıştır.

Uluslararası Keynesyen Modelin de uygulama sahasının giderek ortadan kalktığı bu dönemde çevre ülkeler ucuz kredi bulma olanağından mahrum kalmış, üstüne yaşanan Petrol kriziyle de borç içine batmışlardır. Gelişmiş ülke ekonomileri ise genel ücret seviyelerinin görece yüksek olması hasebiyle 1970’lerde iyice belirginleşen bir kârlılık krizinin içerisindedir. Bunu aşmak için, haberleşme ve ulaştırma maliyetlerinin ucuzlamasıyla birlikte üretim birimlerini işgücü maliyetlerinin düşük olduğu çevre ülkelere kaydırmışlardır. Uluslararası üretim olanakları, merkez ülkelerinde üretimi uluslararası düzeyde yönlendirebilecek güçte bir tüccar sermaye kesiminin de ortaya çıkmasına yol açmıştır. Moda ekonomileri ve marka standardizasyonu üstünden yükselen yeni bir kaynak transferi modelinin – ya da sömürü yöntemi- lortları artık çok ülkeli şirketler ve küresel kapitalist elitlerdir.

Diğer yandan tüm bu gelişmelerle 70’li yıllardan itibaren klasik merkez ve çevre diyalektiğinin sıfır toplamlı oyun kurgusu kırılmış, denklemle bir de ‘diğer ülke’ değişkeni eklenmiştir.  Çevre için temel motivasyon diğer ülke olarak sınıflandırılmamaktır. Merkez ülke şirketleri küresel standartları ve üretimin yönetilmesi çerçevesinde rekabet halindeyken çevre ülkeler ucuz işgücü ile çok ülkeli şirketleri yatırımcı olarak çekme yarışı içindedir. Çevre ülkeler trajik bir biçimde, bazen diğer olarak kodlanmama güdüsünü de aşan bir rıza ile küreselleşme faunasında ürettikçe hegemonik yapının altında kalmaya mahkûm edilmiştir denebilir.

Küreselleşmenin diğer bir boyutu da paranın uluslararası bir karaktere bürünüp, mekânla bağının kopmasıdır.  70’li yıllarda ucuz kredi olanağından mahrum kalarak 80’lere borç batağı içinde giren çevre ülkelere kurtuluş yolu olarak ihracata dayalı sanayileşme modeli ve Washington Konsensüsü gösterilmiştir. Neoliberalizmin esasları olarak okunabilecek Konsensüs kısaca; özelleştirme, liberalleştirme ve kuralsızlaştırmayı dayatmaktadır. Bu görüşe göre devletler piyasadan tam anlamıyla elini çekmelidir. ABD, IMF ve Dünya Bankasının yönlendirdiği anlayışla uluslararası sermaye piyasaları genişlemiştir fakat 90’lı yıllarda artan sıklıkla finansal krizler yaşanmıştır. Bu da kuralsızlaştırmayı tartışmalı hale getirmiş ve yeni bir küresel bürokrasi/teknokrasi icat edilerek; yönetişim, düzenleyici üst kurumlar, kamu reformları üçlüsüyle işleyen sistem icat edilmiştir. Teknik ve evrensel doğrular cilasıyla boyanmış Post Washington Konsensüsü politikalarıyla yeni bir standardizasyon ile devletler zayıflatılmış, küreselleşme desteklenmiştir. Böylece ulusların kendi devletleri üzerindeki egemenlik hakları budanmaya dolayısıyla demokrasi rafa kaldırılmaya çalışılmıştır.

Uluslararası para piyasalarının ve küresel üretimin 2008’e kadar izlediği seyir, ABD’nin hegemonyasını zayıflatmıştır. 2008 kriziyle birlikte ABD’nin piyasalar üzerindeki kontrolü kaybettiğinin nişanesi olarak algılanmıştır. Bölgesel örgütlenmeler ve Almanya, Rusya, Çin liderliğe aday olarak daha belirgin şekilde sahneye çıkmıştır. Ortadoğu’da meydana gelen vekalet savaşları bunun bir yansımasıdır denebilir. Ancak görünen o ki henüz bu rolü tam olarak üstlenebilecek bir güç bulunmamaktadır ve bu da bir hegemonya krizini doğurmaktadır. Çin’in ticari yarışta ABD’yi geçebileceği öngörülmektedir fakat askeri, sosyal, kültürel anlamda ABD’ye rakip olmaktan uzak bir görüntü vermektedir. Yine örneğin Almanya öncülüğündeki Avrupa Birliği'nin Anayasa Anlaşması girişimi 2005 yılında Fransa ve Hollanda’da yapılan referandumlarla engellenmiş, AB siyasi entegrasyonu tamamlanmamış, askeri örgütlenme girişimleri akim kalmış, Brexit ile büyük yara almıştır.

2008 krizinde düzenleyici hegemonik bir devletin eksikliğinin açığa çıkışı küresel üretim hiyerarşine de darbe vurdu. Sağ popülizmin yükselişi, göçmen karşıtlığı, yabancı düşmanlığı neoliberal kurgunun ideolojik iflasını ifşa ederken pandemide uluslararası örgütlerin zaafiyeti ve devletlerin kontrolü ele alma girişimleri, Trump dönemi korumacı ve izolasyonalist yaklaşım küreselleşmenin sonu mu geliyor sorularını artırdı. Küreselleşmenin sonu sömürgeciliğin sonu anlamına gelmemektedir. Kapitalizmin yaratıcı yıkım mottosunun bir tezahürü olarak dünyanın başka bir sömürü sistemine gebe olduğunu söyleyebiliriz. Teknolojik gelişmelerle koşut olarak üretim modellerinin ve çalışma koşullarının değişmeye başladığını görüyoruz. Örneğin, pandemide beyaz yakalıların ‘home office’ tarzı çalışması genişlemişken sanayi üretimi yapan bölgelerdeki mavi yakalıların vardiya sayıları artmıştır. Diğer yandan önümüzdeki süreçte daha yoğun şekilde karşılaşacağımız; bilgi toplumu, ağ toplumu, trans hümanizm adlarıyla cazip paketlerle sunulan ekonomik-sosyal-politik tasarımlar, son tahlilde  insanlığa mankurtlaşmayı vadediyor. Özellikle dijital teknolojideki gelişmelerle, denetim ve gözetim evreninde insan tekinin de devletlerin de kontrol altında tutulacağı yeni tip bir köleliğe doğru büyük bir hevesle koşulduğunu görüyoruz. 

Sonuç olarak; Modern Batı, tarihini Antikçağ ile başlatsa da asli kökeninin Sömürgecilik Çağı olduğunu söyleyebiliriz. Gaspla ve kölelerin kanıyla semirmiş, Hristiyan ilahını öldürse de yeni putlar yontarak kendine bir panteon oluşturmuş, nihayetinde kendi vatandaşlarını da köleleştiren ve yiyen devasa makineler icat etmiştir. Görünen o ki Batının tüm o hümanist metafiziği ve özgürlükçülük nutukları, sömürü çarkıyla insanı nesneleştirme girişimini gizleyen süslü bir perdedir.

14 Haziran 2020 Pazar

Yenik Düşenler Kışlası




Kötülüğün sıradanlığı, herhalde en yanlış anlaşılan ve anlatılan kavramlardan biridir. Kötülüğün sıradanlığı,  sıradanlık ve kötülük tabirlerinin zihnimizde oluşan anlamlarının buluşmasını ifade etmez. ‘Öncelik yaşlılara verilmiyor, nesil bozuldu mirim’ gibi yolcu diyaloglarından, bir ülkedeki tırnak içinde ‘yanlış ve kötü’ işlerin yaygınlığına dair polemikçi eleştirilerden farklı bir kontekstedir. Kötülüğün yadırganmayışı çağrışımı konumuzla ilgisiz sayılmaz ancak yadırganmama durumu da vicdani kanaatlerden çok rasyonalite ve çoğullukla ilişkilidir. Yani kötülüğün sıradanlığı, politik-etik bir tezdir. İlkin bunu Hannah Arendt, Eichmann davasına dair yazdığı makalelerde kavramsallaştırır.

Otto Adolf Eichmann, Yahudi sorununun 'nihai çözümü'nde rol aldığı iddiasıyla, 11 Mayıs 1960'ta Buenos Aires'in kenar mahallelerinden birinde yakalanır ve dokuz gün sonra İsrail'e götürülür. 11 Nisan 1961'de Kudüs Bölge Mahkemesi'ne çıkarılır. Hannah Arendt de, The New Yorker için Adolf Eichmann Davasını kaleme almak üzere Kudüs’e gider.

Dava, sanık kürsüsünde oturanın sadece bir Nazi subayı olmadığı, tarihin her döneminde ortaya çıkan antisemitizm olduğu vurgusuyla başlar. Arendt’e göre ‘Ben-Gurion'un Yahudilerin ve Yahudi olmayanların, İsraillilerin ve Arapların, kısacası bütün dünyanın bu duruşmadan çıkarması gerektiğini düşündüğü "dersler" herkese belletildi. Eichmann'ı yargılamanın gerekçelerinden biri de "başka Nazileri ortaya çıkarmaktı - mesela Naziler ile bazı Arap liderleri arasındaki bağlantıyı.’ 

Mahkeme İsrail rejiminin ideolojik temellerine dayanak bulmayı hedefler, bunu da Otto Adolf Eichmann’ın şahsından çok Adolf ismini yargılamak suretiyle yapar. Öte yandan Diaspora Yahudileri, güvende olmadıkları mesajı verilerek tehdit edilir.

Savunmaya göre Eichmann, Nazi hukuk sistemine göre davranmıştır. Amiri, üzerinde başka bir devletin yetkiye sahip olmadığı hükümet tasarruflarıdır.  Eylemleri itaat etmekle yükümlü olduğu emirlerin uygulanmasıdır. Kendi ifadesiyle, cinayet suçlamaları asılsızdır, Yahudilerin öldürülmesiyle hiçbir ilgisi yoktur. Ona göre, hayatı boyunca kimseyi öldürmemiş, bir Yahudi’nin ya da Yahudi olmayan birinin öldürülme emrini vermemişti. Arendt, Eichmann’ın Yahudilerden hastalık derecesinde nefret etmediğini, fanatik bir antisemit olmadığını, birilerinin onun beynini yıkamadığını belirtir; ‘Savcı ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bu adamın canavar olmadığı ortadaydı.'

Arendt’e göre soykırımda Yahudilerin de sorumluluğu vardı: ‘Yahudi halkı gerçekten örgütlenmemiş ve lidersiz olsaydı, dört bir yanda kargaşa ve sefalet kol gezerdi ama kurbanların yarısı kurtulabilirdi.’ Arendt mahkemenin bazı sorulardan kaçındığını ifade eder; Yahudi liderler kendi insanlarının sonunu hazırlayanlarla işbirliği yapmaya nasıl yanaşmışlardı?", "Yahudiler neden kurbanlık koyun gibi ölüme gitmişlerdi?

 Eichmann yasalara bağlı bir vatandaş olduğunu iddia ediyordu, yasanın gereğini yapıyor Führer’in talimatlarını yerine getiriyordu. Eichmann ömrünce Kant’ın ahlak kurallarına ve özellikle de Kant’ın görev tanımına uygun yaşadığını söylüyordu. Bu savunma İsmet Özel’in dizelerini akla getiriyor;
Üstümde yıldızlı gök demişti Königsbergli
içerimde ahlâk yasası.
Yasa mı? Kimin için? Neyi berkitir yasa?
İster gözünü oğuştur, istersen tetiği çek
idam mangasındasın içinde yasa varsa.

Arendt’e göre Eichmann’ı sanık sandalyesine oturtan, fikirsizlikten başka bir şey değildi. Kötülük ve fikirsizlik bu durumda birbirleriyle iç içe geçmiş bir ilişkiye sahiptir. Kötülüğün her zaman niyet, hınç veya nefretle doğrudan bağlantılı olması gerekmez. Bu nedenle, holokost kötülüğünün açığa çıkardığı ahlaki durum aslında vicdani bir mesele değil, ortak yaşam kipinin ortadan kalkmasıyla ilgili politik bir sorundur. Kötülük problemi kapsamında totalitarizmin başat özelliği kötülüğe direniş yollarını kapamasıdır. Bunu da bireyi budamakla yapar. Dolayısıyla böyle rejimlerde insanın özgürlüğünden, kişinin düşünme ya da yargılama yetisinden bahsetmek imkânsızdır.

Kurgusal bir dil ve dolayısıyla kurgusal bir gerçeklik tasarımı ortaya koyan düzenlerde, kişilerin sorgulama melekesi iğdiş edilir, insanlara sloganlara dayalı bir fikirsiz dünya içinde konforlu yaşam sunulur. İradenin yansımaları silikleşir örneğin, eylemlerdeki öngörülemezlik ve kendiliğindenlik yitip gider. Eichmann da bu kurgusal dünyanın fikirsizlik çukurunda debelenenlerden biridir. Ancak buna radikal kötülük denemezdi,  radikallik derin bir düşünme tarzını ifade eder. Eichmann örneğinde böyle bir derin düşünmeden söz edilemez, söz konusu olan yüzeyselliktir.

Arendt; ‘Kötülüğün sıradanlığı derken, sadece gerçeklere sıkı sıkı bağlı bir düzeyi kastediyorum, duruşmada hemen göze çarpan bir fenomene dikkat çekiyorum’ der. Ona göre Eichmann bir Macbeth değildir ya da III. Richard gibi bir "cani" olması neredeyse imkânsızdır. ‘Terfi etmek için gösterdiği olağanüstü gayreti bir yana bırakırsak, onu harekete geçiren hemen hemen hiçbir şey yoktu. Bu gayret de kendi başına kriminal değildi elbette; bir üstünün yerine geçmek için asla onu öldürmeye kalkmazdı. Eichmann sadece, gündelik dilde söyleyecek olursak, ne yaptığını hiç fark etmemişti.’
 Ayrıca Arendt düşüncesinde itaatin masumiyetle bir ilgisi yoktur. Kolektif suçun işlendiği yerde itaat ve destek aynı şeydir. Bir düzenin emirlerini yerine getirirken aynı zamanda var olan düzenin devamını da sağlayanlar, olayların sonuçlarından kendilerini muaf tutamazlar.

KÖTÜLÜĞÜN BOŞ BAKIŞLARI

 George Floyd cinayeti kötülüğün sıradanlığı bahsine bir örnek olarak verilebilir.  Mayıs 2020'de, 911 operatörüne sarhoş ve kendini kontrol edemiyor gibi görünen siyahi birinin 20 dolarlık sahte banknotla sigara almaya çalıştığı ihbarı yapılır. Çağrının ardından olay yerine gelen polisler, o sırada bir araçta oturan şüpheli George Floyd’u silah çekerek ve zorla arabadan çıkarır. Ekip otosuna bindirme sırasında yaşanan kargaşada George Floyd elleri kelepçeli halde yere yüz üstü düşer. Minneapolis Polis Departmanı  memuru  Derek Chauvin, 8 dakika 46 saniye boyunca George Floyd’un ensesine diziyle bastırır. Olayın kayıtları, Floyd'un defalarca "nefes alamıyorum" dediğini göstermektedir. Çevreden toplananlar, memurun Floyd'un nefes almasını engellediğini söylemesine rağmen, Chauvin, Floyd'un tepkisiz hale gelmesinden sonra iki dakika 53 saniye boyunca pozisyonunu değiştirmez.

Floyd’un çaresizce yardım çağrıları ve inlemelerine, görgü tanıklarının uyarılarına rağmen polis memuru Chauvin’in donukluğunun, tepkisizliğinin sebebi eyleminin yasaya uyduğu kanaatidir. Boyun kilidi mevzuatta yeri olan bir uygulamadır. Chauvin, tutuklama anında standart bir prosedürü yerine getirmektedir. Chauvin bir sürü insanıdır. Böylelikle sürünün gücünü kendi gücü varsaymakta, diğer seslere kulak tıkamaktadır. Koşulsuz olarak, sorgulamadan, hesaplamadan, sürü içgüdüsünden miras kalmış olan ve ona belletilen kurala boyun eğmiştir. Aynı zamanda fikirsiz bir adamdır. Arendt’in deyimiyle ‘Gerçeklikten bu kadar uzak ve bu kadar fikirsiz olmak, belki de insanın bünyesinde bulunan bütün şeytani içgüdülerin vereceği zarardan daha büyük bir yıkıma yol açabilir.’ Fiilinin sonucunda, George Floyd hayatını kaybetmiş ve tüm Amerika’da sokak hareketleri başlamıştır.


KONTROLÜN SIRADANLIĞI


20. asır Camus'nun deyimiyle, insanları yok etme teknikleri çağıdır. Bu tekniklerin tek uygulayıcısının faşist ve sosyalist devletler olduğu düşüncesi ise demokratik Batı'nın siyasi ve kültürel hegemonyasının mahsulüdür diyebiliriz. Soğuk Savaş döneminde bir yandan çevreleme, caydırma, angajman politikaları diğer yandan dekolonizasyon süreci, ABD'nin dışarıda yaydığı ve içeride yaşadığı cinneti  perdeledi.  Ancak 21. yüzyılın ilk çeyreğinde insan teki  daha çok devlet dışı yapılar içinde eridi. Örneğin terör örgütleri ve kültlerde. Bağlı olanların tutumları, davranış modelleri kötülüğün sıradanlığı tezi bağlamında değerlendirilebilir. Bunları ‘radikal kötülük’ malulü görmek kolaycı bir yaklaşım olacaktır. Elbette içlerinde ‘şeytani amaçlar’ barındıranlar da çıkabilir ancak çoğunluğunun itaat kültürünce vicdanları iğdiş edilmiş katiller ve Arendt düşüncesindeki ortak yaşam kipinin ortadan kalkmasıyla türeyen fikirsizlik cehenneminin yakıtları olduklarını söyleyebiliriz. Bu tip yapılarca insanlar yargılama yetilerini yitirerek adeta robotlaştırılmış,  emir-komuta zinciri dâhilinde sorumlulukları azaltılmış ve dağıtılmış, ideolojik kurgusal dil marifetiyle rasyonel referanslar silikleşmiş, gerçeklik öldürülmüş, ahlaki ilkeler çöküntüye uğramıştır. Hannah Arendt düşüncesinde olduğu gibi bu okuma bir masumiyet devşirmez, suçun şahsiliğini ve cezai sorumluluğu da ortadan kaldırmaz. 

Diğer yandan milenyumun başında uluslararası terörle mücadele, gözetim teknolojisinin daha sofistike hale getirdi. Devletler kontrol inisiyatifini şirketlere devretti - ya da kaptırdı. Hammaddesi insan olan şirket despotizmi yükselişe geçti. Otoriter devletlerin yükselişi ilüzyonuna rağmen aslında çok uluslu şirketler güçleniyor. İnsanlar 7/24 gözetlenen ve sınırlarını 'uygulama' kodlarının belirlediği dijital kamplara, gönüllü bir şekilde giriyor. Foucault'nun,‘Eğer iktidar sadece olumsuz bir baskı işlevinden ibaret olsaydı ona gerçekten tutarlı bir biçimde itaat eder miydik?’  sorusuna cevabını artık hepimiz biliyoruz.

Erdemlerin bunak nasihatçiler varsayıldığı bir çağda, kötülüğün anlamı da değişiyor. Değişimin yönünü de kişilerin tek tek yargıları değil, içinde yaşanan mekanizma belirliyor. Burada artık kötülüğün sıradanlığı yerine başka bir tabir bulmalıyız. Mesela, kaçınılmaz hayal kırıklığı... 

Düşmanı gösteriyorlar, ona saldırıyoruz
siz gidin artık
düşman dağıldı dedikleri bir anda
anlaşılıyor
baştan beri bütün yenik düşenlerle
aynı kışlaktaymışız


12 Haziran 2020 Cuma

Ütopya, Distopya, Korona


Thomas More’un Ütopya adlı eseri ile Anthony Burgess’ın Otomatik Portakal kitaplarını karşılaştırmak bize ütopya ve distopya kavramlarının anlaşılmasında bir imkan sunabilir. Bu karşılaştırmanın her ne kadar anakronizm ile malul olduğu eleştirisi getirilebilirse de iki eser kentlileşme ve kapitalizm parantezinde incelenebilirler. Kapitalizmin en önemli merkezlerinden birinde ve büyük dönüşüm zamanlarının kucağında kaleme alınmış olmaları, modern insanın yazgısal serüvenini takip etmemizi kolaylaştırabilir. 

More’un Ütopyası; Batı Avrupa merkezlerinde makinelerin boy göstermeye başladığı, dokuma endüstrisinin gelişimiyle paralel olarak tarımsal alanların otlaklara dönüştüğü, kentlerin insan akınına uğradığı dolayısıyla çalışma kültürünün ve yaşam standartlarının kökten değişime uğradığı bir dönemde yazıldı. ‘Koyunların insanları yediği ülke’ İngiltere; yoksulluk, veba, dinsel çatışmalarla toplumsal fay hatlarının kırıldığı bir deprem üssüne dönüşmüştü. Burgess’ın Otomatik Portakalı yazdığı dönem Birleşik Krallığı ise 2. Dünya Savaşı’ndan galip çıkmış olmasına rağmen savaşın travmatik etkilerini üstünden atamamış, içerde gelir eşitsizliğinin yükseldiği, geniş ailenin koltuğunu çekirdek ailenin aldığı, ‘ayak takımının’ sokaklarda kol gezdiği bir yapı arz ederken küresel hegemonyayı da ABD’ye kaptırmış, deniz aşırı kolonilerini teker teker kaybetmeye başlamış ve Sovyet tehdidi ile karşı karşıya kalmıştı.  Özetle, More İngiliz Krallığı’nın Birleşik Krallığa, Burgess ise Birleşik Krallığın İngiltere’ye dönüştüğü zamanda kitaplarını yazdılar. Bu açıdan ütopya ve distopya yazınına siyasi, iktisadi ve sosyolojik değişimlerin kaynaklık ettiğini söyleyebiliriz.

Ütopya ile distopyanın temel farkı, değişimi göğüsleme biçimleridir. Ütopya okura değişimin yol açtığı kaosa karşı ideal devlet ve toplum kurgusu sunarken, distopya kaosun sonuçlarını egzajere ederek okura mesajını iletir. İronik bir şekilde ütopyalar düzeni değiştirme vaadiyle sistem yıkıcı/devrimciyken, distopya böyle bir gayesi olmasa da sistemi meşrulaştırıcı bir özü barındırır, adeta ölümü gösterip sıtmaya razı eder.

Öte yandan ütopya bir rüya, distopya bir kabus anlatısıdır. More, İncil’deki göksel egemenliği ve cenneti yeryüzüne indirmeye çalışır, Burgess ise yasanın, düzenin ve tırnak içinde cennetin, iradeyi ve özgürlüğü insanların elinden alacağını işaret eder. More’un ütopyasında herkes akşam sekizde yatıp sabah dörtte kalkar,  günde altı saat çalışır. Herkesin evi tekdüzedir. Yemekler kamusal alanlarda beraberce yenir. More’un mutlu ve güzel ülkesi; zenginlik ile fakirlik arasındaki farkların silikleşmesine rağmen köleliğin yasal olduğu, tektipçi, farklılığın yeşerme imkanı bulamayacağı bir cumhuriyet hüviyetindedir.

 Otomatik Portakal’da ise şu sorunun etrafında döneriz; eğer kötülüğü seçme özgürlüğümüz yoksa iyilik ne kadar iyiliktir, iradeden bağımsız iyi gerçekten iyi midir? Romanın ilk bölümünde baş karakter Alex; tecavüz, hırsızlık, gasp, darp, cinayetleriyle okurda tiksinti uyandırırken ikinci bölümde cezaevinde maruz kaldığı tedavi okurda acıma hissi uyandırır. Devletin şiddeti ve toplumu kontrolü, bir sosyopata bile merhamet hissi uyandıracak denli hastalıklıdır. İnsanı insan kılan şeyin seçme özgürlüğü olduğu vurgusuyla Otomatik Portakal adeta bir demokrasi övgüsüne dönüşür. Demokrasi övgüsü aynı anda Sovyet Rusya eleştirisidir. Burgess Otomatik Portakal’da, bunu, Orwell’in 1984 düzenine giden yolun taşlarının nasıl örüldüğünü kurgulayarak yapmıştır.

Her iki esere bakarak, distopyanın ütopyanın antitezi olduğu görüşünü destekler örnekleri de yoğun bir şekilde bulabiliriz.  Öyle ki bazı pasajlarda Burgess’ın eserini More’a nazire olarak yazdığı hissine kapılabiliriz. Ütopya, More’un Kral 8. Henry’nin talimatıyla Kastilya Prensi Charles’ın saygıdeğer heyetiyle bir araya gelişiyle başlar. Heyettekiler belagat sanatını iyi bilen, hukuki konularda bilgili, deneyimli insanlardır. Otomatik Portakal’ın giriş bölümünde ise baş karakter Alex, uyuşturucu süt karışımının servis edildiği bir barda çetesiyle beraberdir. Yanında oturan arkadaşı ağzında salyalar akıtarak konuşmaktadır. Heyetin yerini çete, belagatin yerini ne dediği anlaşılmaz gençler almıştır. More heyet görüşmelerinden sonra Peter Giles adlı ‘olağanüstü alçakgönüllü, iyi yetiştirilmiş bir genç’ ile sohbet eder.  Alex ve çetesinin bardan ayrıldıktan sonra ilk işleri de kütüphaneden çıkan bir adama acımasızca saldırmak olmuştur. Bir tarafta medeni bir tartışma ve iyi yetiştirilmiş bir gençle sohbet, diğer tarafta kitap taşıyan bir adamın kanlı bir şekilde hırpalanması. Ütopya adasının 54 kentinde tek dil konuşulur, Otomatik Portakal evreninde ise Aleks ve çetesi Rusça ve İngilizce karşımı bir dille anlaşmaktadır. Ütopya’da kent mimarisini önceleyen bir esenlik yurdu modeli varken Otomatik Portakal’da kent, içinde Umutsuzluk Caddesi ve Tükeniş Sokağının bulunduğu bir yerdir, mutsuzluğun nesnesidir, sokaklar güvenilmezdir, özellikle geceleri yaşlı ve güçsüzler için bir cehenneme dönüşür.

Sonuç olarak, Batıda insan merkezli düşünme biçiminin belirleyici hale gelmesiyle mantık, sanat, din, ilah varolana dönüştürülüp insanlığın nesnesine dönüştürülmüştür. İnsanın rasyonel hayvan (canlı) olduğu varsayımıyla  iyi-güzel, kötü-çirkin, doğru-yanlış vesairin dinsel tanım ve tasniflerde değil insan düşüncesinde ve düşünde olduğu anlayışıyla; mitoloji ve altın çağcı mistik anlatılar yerine ütopya ve distopyalar ikame edildi. Varolana dönüştürme Rönesans döneminde mimaride, modern dönemde dilde inşa şeklinde tezahür etti. Böylece More’un Ütopyası kent merkezli bir mimariyken, Burgess’ın distopyası dilde bir tasarım olarak karşımıza çıktı.

Kapitalizm, humanist metafiziğinin çocuğudur. Weber’in protestanları tarih sahnesinden çekilip yerine Nietzsche’nin nihilistleri gelmiş olsa da kapitalizmin yaratıcı-yıkım gelişimi tanımı yerinde sapasağlam duruyor. İnsanoğlu hala doğa ile kavgayı kalkınma, değerleri aşındırmayı ilerleme, maddi gücü en yüksek erdem sayıyor. Yaratıcı-yıkım anlayışıyla beraber düşünüldüğünde,  koronavirüs salgınıyla küresel kapitalizmin geriye düşeceği tahminlerinin gerçekçi olmadığı aşikar. Kendimizi distopik bir hikayenin aktörleri gibi hissedişimiz tam da yukarıda işlendiği gibi kapitalist düzeni meşrulaştırıcı bir etki doğuracaktır. Tüm dünyada sokağa çıkma yasakları, sıkıyönetim uygulamaları, ithalat-ihracat kısıtlamaları ile devletlerin rolünün ve otoriterleşmenin artışı bir noktada taşınamaz bir yük haline gelecektir. Ayrıca kendi içine gömülen devletlerin, otoriter hükümetlerin varlığı uluslararası örgütlerin çözüleceğini çok uluslu şirketlerin tahakkümünün kırılacağını göstermez.  Bilakis büyük kapitalistler için otoriterleşen hükümetlere nüfuz etmek demokratik devletlere nüfuzdan daha düşük maliyetlidir. 

Pandeminin, 11 Eylül sürecinin sona erişini tescillediğini, yeni bir ötekinin varlığını ifşa ettiğini söyleyebiliriz. ‘Uluslararası terörizmle mücadele’ artık kolaylıkla alıcı bulmuyor.  Bundan sonra uluslararası örgütlerin ve ve devletlerin güvenlik stratejilerinde birincil tehditin; salgınlar, açlık ve iklim değişiklikleri olacağını söylemek de kehanet sayılmaz. Çevre, gıda ve sağlık güvenliği yeni çatışma alanları olarak karşımıza çıkacaktır. Diğer yandan başta ekonomi, eğitim, sağlık, güvenlik ve iletişimde dijitalleşmenin artacağını ve siber savaşların da daha sofistike hale geleceğini öngörebiliriz. Bağlantılı olarak en köklü değişimin vucut bütünlüğünün dokunulmazlığında yaşanacağını, yerini zihin dokunulmazlığı idealine bırakacağını düşünüyorum; belki bu durumda Otomatik Portakal yeniden gündem olur, kim bilir…